18 Mart 2015 Çarşamba

DUR YAPMA!



    -Dur yapma!
    -Ya da yap yap.
    -Ya da ben yapayım.
    -Olmadı yapma. Ben de yapmayayım.     
    -Az ittir… Çekil… Dur… Dur… Bırak… 
    -Yapma dedim.
    -O ses de ne?
    -Koş… Koş… Koş…

Uzun bir yolun sonundan ilk sağdaki çıkmaz sokağa döndük. Çaresizdik, gözlerim kapanacak kadar ağırlaşmış, karnım açlıktan çırpınırken, gün boyu tek damla su içmemiş gibi susamıştım. Sabaha kadar uyumamış olsam da, kendimi tüm bunları yapmak zorunda hissediyordum. Yanım da olman bana güç veriyordu sanırım.

    -Çık hadi… Çıksana…
    -Bas sırtıma bas…
    -Yahu çık…
    -Tamam, şimdi çek beni…
        -Koş… Koş…
        -Piyyyuuuuuuuuu…. Ahahahahahhaha hah aha…
    -Ne güzel! Rüzgar saçlarımı okşuyor. Of bu sıcak yaz gecesi, ne güzel.

Hav… Hav… Hav…

    -O da ne?
    -Koş… Koş… Koş…
        -Ne kötü!
        -Çok kötü… 
        -Konuşsana sen de, konuş…
        -Tamam, konuşma peki…

      Hav… Hav… Hav…          
       
    -Koş ama koş… Koş…
    -Görüyor musun peki onu söyle. 
    -Hım görüyorsun demek.

Ben de görüyordum, nasıl da parlaktı Ay. Karanlık geceyi aydınlatıyor, doğacak güne kılavuzluk ediyordu sanki. Ama sen, tek kelime bile etmeden sadece ama sadece bana bakıyordun.

    -Konuş… Hadi… Konuş…

Hav… Hav… hav…

    -Koş…. Koş… Koş…

Ya da bırak ben koşayım sadece, sen kal. Ama kalamazsın değil mi? Bensiz kalamazsın. Ben de sensiz kalamam değil mi? Gözlerin içime işliyor sanki içimden geliyor gibiler. Kokun yok, sesin yok, sıcaklığın yok…

Hav… Hav… hav…

        -Koş… Koş…
        -Piyyyuuuuuuuuu…. Ahahahahahhaha hah aha…

Ya da bırak ben koşayım sadece, sen kal. Ya konuş benle, ya da bırak gideyim. Ya dokun bana ben de dokunayım sana. Tamam tamam… Soyacaktım evi… Ne fark eder ha bir eksik ha bir…

     -   Geliyorlar! Koş… Koş… Koş…
Ya da bırak ben koşayım sadece, sen kal. İçimde kal.
                                                                                                               BAK BANA…


Ayhan Özer

                                                                                                                                           2015

2 Mart 2015 Pazartesi

Sana…




Aşk beni sarhoş ediyor.

               
Sensiz ilk gün, sabah kalktım her şey aynı gibiydi. Güneş aynı vurdumduymazlıkla parlamış, istemesem de tüm odayı aydınlatmıştı. Eşyalar hala yerlerindeydi, masa ve koltuk ve diğerleri aynıydılar, lâl olmuşlardı, sadece sessiz öylece duruyorlardı. Ben de aynıydım, kalktım çay yaptım kendime, demledim güzelce, sıcak severim çayı iyice kaynamaya bıraktım. Sesler gelince anladım fokur fokur kaynıyordu. Mutfağa gittim, buhar olmuştu her yer kaynıyordu su.

Demliği aldım, döktüm başımdan aşağıya, sonra kaynayan suyu aldım, döktüm karnımdan aşağıya…

Sensiz ikinci gün, canım acımıyor, gün doğmak bilmiyordu, radyoda müzik yoktu kulağımda da ses. Seni düşünmemeye karar verdim ama olmadı. Karanlıkta bir meyve bıçağı geçti elime ve parlak bir fikir geldi aklıma. Kollarımı kestim acımadılar. Sonra karnıma iki derin kesik attım ama kanadı sadece. Daha çok bastırdım, bağırsaklarım koşup ayrılmak istediler, saçıldılar etrafa, kopardım attım onları. Tüm organlarım sıralarını savıp ayrıldılar benden, tıpkı senin gibi. En son kalbim geçti elime, orada olduğunu biliyordum, çıkarıp öpmek istedim seni, bir başından öbür başına kestim kalbimi, ayırdım ikiye, seni görmekti tek isteğim ama yoktun, kalın ve çirkin damarlar…

Sensiz üçüncü gün.
Sensiz dördüncü gün.
Sensiz beşinci gün.

Sensiz üç yüz altmış beşinci gün. Tam bir sene önce bugün gitmiştin benden ve ben de o gün ölmüştüm. Ama eskisi gibi değildi hayat, her şey çok farklıydı. Babamın evindeydim. O gün her şey aynıydı ve herkes. Eşyalar ve insanlar lâl olmuştu. Çocukluğum geçmişti bu evde. Ne güzeldi… Her şey aynıydı her şey. Balkona çıktım, nasıl da küçüktü her şey ve herkes. İşte oyun oynadığım bahçe oradaydı ve sana gittiğim uzun yol da orada. Gökyüzüne, oyun parkına, yola baktım uzun uzun ve attım kendimi aşağıya…

Sensiz bilmem kaçıncı gün. Gözlerimi oydum kaşıkla.
Sensiz bilmem kaçıncı gün. Resimlerimi yaktım.
Sensiz bilmem kaçıncı gün. Kendimi yaktım.
Sensiz bilmem kaçıncı gün. Sana yazdıklarımı yaktım.
Sensiz bilmem kaçıncı gün. Hayalini yakacaktım onlar beni yaktı…
Sensiz bilmem kaçıncı gün…

Ben, o ben değilim artık.

Sarı, sapsarı güneş ışığı nasıl da sızmış o kalın perdeden de aydınlatıyor çıplak bedenini. Paris’te, güzel mi güzel bir otel odası, güzel dediysem yanılma sen varsın diye güzel aslında hiç de güzel değil, belki de güzel… Kırmızı duvarlar, mavi kapı, sarı tavan, o çiçekli perde. Siyah yatakta ne güzeldin, aslında hep çok güzeldin. Bana söz verdin.

S
A
N
A


Adın bir şiir benim için, yazılmış en güzel şiir. Su gibi dupduru, akça pakçasın. Yüksek bir dağın yamacında, güzel çiçekler, uzun ve soluksuz bir koşu ama zorlu yollar ve de sırtımızda kamburlar, onca yılın acı hatırası. Sen şimdi ve daima ilk gördüğüm gibisin. Bana söz verdin…


Ayhan Özer


KARANFİL






                                                                       
               Yağmur, öyle coşkun yağıyor toprağa; “o”na hayat veriyor, kokuyor her yan ıslak toprak kokuyor. Yerin altı bayramı yaşıyor, bütün kış uyuyan herkes ve her şey yeniden doğacak diye sessiz naralar atıyor, oldukları yerde duramıyor. Parlak bir ışık varmış derler, sıcacık sararmış her neysen seni, ayırt etmeden; bir solucan ol ya da bir filiz, insan ol ya da bir avuç çamur, fark etmezmiş. Bu ışık vurdu mu üzerine bir kez, sen de güçlenir dimdik dururmuşsun ta ki o batana kadar…

               Karanfil fidelerinden biri topraktan kurtarıp boynunu, nasıl da çıktı toprağın üzerine. O ışık sardı her yanını, güçlendirdi “o”nu. Hemen ardından kardeşi boynunu kurtardı toprağın serinliğinden, attı kendini ışığın kucağına, sıcaklığına. Çok geçmedi her yanı sardı karanfil fideleri. Yemyeşil başları vardı, öyle kocamandı ki bunlar, içleri öyle doluydu ki adeta patlayacaklardı bir havai fişek gibi, rengârenk boyayacaklardı ışığı ve her şeyi. Çok sürmedi, ışık karanlığa bıraktı yerini, artık birbirlerini görmüyorlardı. Çok soğudu hava, kardeş ağabeyine yasladı boynunu, başını; toprağı düşündü ve daldı uykuya.

               Isınıyordu kardeşin içi, dışı, her yanı. Başı ağrıyordu, içinde, şiddetli bir rüzgâr esiyor gibiydi, kendini kötü hissetti.  Başı iyice ağırlaştı, çok geçmedi içinde bir şeyler kımıldamaya başladı, rüzgâr daha da şiddetlendi, korktu, toprağa dönmek istedi. Ama… Ağrıdı her yanı en çok da ve yine başı. Aniden bir şey oluverdi, yükseliyor gibiydi göğe; başı, sağa sola salandı hafifçe ve hiç beklemiyordu ama başı paramparça bölünüverdi.

               Kendine geldiğinde ilk görebildiği şey, kardeşin içinden kırmızı dalgalar fırlamış koca bir deniz gibi görünen ağabeyiydi ve daha dikkatli bakınca bütün karanfillerin, kocaman ve güzel kokan kırmızı bir okyanus gibi her yanını sardığını da gördü. Ağabeyine daha dikkatli baktı, kıpkırmızıydı. Tıpkı kan gibi kırmızı; çilek gibi, dudak, şarap ve en çok da aşk gibi kırmızıydı. Nasıl da salınıyordu dalgaları, bir o yana bir bu yana.

Az sonra, bir gölge çöktü üzerlerine, ağabeyin ve kardeşin. Kocaman bir el kavradı kardeşi, şöyle eğdi büktü, aşağı yukarı ve bıraktı, sonra. Ardından ağabeyine yöneldi bu kıllı ve korkunç el, çabucak kesiverdi “o”nu, tam da toprağa değen yanından, kanamadı ağabeyi. Arkasından baka kaldı kardeş, rüzgâr savurdu dalgalarını. Okyanus küçüldü, küçüldü, küçüldü…

Ağabey ne olduğunu anlamadan, onlarca benzeriyle bir kutunun içinde buldu kendini, soğudu hava her şey ve her yer karardı, ıslaktı ve kokuyordu etraf. Kardeşini düşündü ağladı, kırmızı o kıpkırmızı dalgaları; büzüştüler, büzüştüler ve o ağladı, ağladı. Uyudu sonra, çaresiz. Uyandığında, neredeyse boynuna kadar suyun içindeydi, dalgaları; o kırmızı dudaklar kadar, şarap kadar kırmızı dalgaları, yine kocamandılar.  Güzel, ojeli tırnakları ve parlayan altın yüzüğüyle zarif görünen bir el aldı suyun içinden “o”nu ama o, korktu ve yine çaresizdi. Sardılar onu süslediler, parfüm sıktılar, parlattılar ve şeffaf bir kutuda girdi bir adamın ter kokan koltuk altına, bir de kart vardı üzerinde, “affet beni” yazıyordu.

Zili çaldı adam. Neredeyse yarı çıplak açtı; makyajı akmış, saçları dağınık, yüzü yara bere içinde bir kadın kapıyı. Kadın aldı kutuyu ve kapadı kapıyı. Doğruca balkona gitti, yazıyı da okumadı, kapağı da açmadı, kokusunu da çekmedi içine. Kırmızı, o aşk kadar kırmızı dalgalarına da bakmadı ağabeyin ve bir kez bile düşünmeden attı kutuyu aşağıya.

Bir adam kederli ve yalnız yürürken ve düşünürken, yere bakarken sadece, göğü görmek istemiyordu zira. Bir kutu gördü yerde; içinde karısının kendisi için ördüğü atkı kadar kırmızı ve şu anda boynunu saran o atkı kadar kırmızı karanfili gördü: ağabeyi. Aldı kutuyu, attı poşetine ekmeklerin yanına, yağmur baharda üşütüyordu insanı ve cümle mahlûkatı… Sessizce yürüdü gitti bir kapının önünde durdu, açtı kapıyı, o girdi içeriye ve bir kadın, giydi ayakkabılarını, hemen çıktı dışarıya. Adam mutfağa gitti, ekmekleri çıkardı ve kutuyu aldı eline. Akşam karanlığı çökmüştü eve. Sessizce odaya geçti, televizyonu açtı ve hemen kıstı sesini. Başladı sessiz görüntüleri izlemeye. Sonra kutuyu hatırladı baktı “o”na, o aşk kadar kırmızı dalgalarıyla parlayan ve güzel kokan ağabeye. Kalktı yerinden, küçük odaya girdi, bir kız ne kadar da güzel uyuyordu yatağında, tıpkı annesine benziyordu, koydu kutuyu başucuna ve tekrar döndü, sessiz görüntüleri izlemeye. İçi geçti, başı düştü omzuna.

“Baba” dedi kız, nasıl da heyecanlıydı. Adam gözlerini açtığında elinde kutuyla minicik kızını gördü karşısında. “Baba” dedi kız yine “ne güzel bir çiçek bu”. Adam aldı kızını kucağına ve sardı, öptü onu. Kız: “Burada ne yazıyor?” dedi babasına ve baba: “Seni çok seviyorum, yazıyor” dedi, usulca. Kız “Ben de seni çok seviyorum.” dedi. O, atkı kadar kırmızı, kıpkırmızı ağabeyin, içi güldü. “Baba” dedi küçük kız, “Ben annemi de çok seviyorum, ona götürelim bu çiçeği ve yazıyı, ne olur.” dedi. Baba, düşündü biraz ve “Peki” dedi. Çok geçmedi bir taksideydiler, ağabey nasıl heyecanlıydı, baba sessizdi, küçük kız yolu izliyordu ve duramıyordu yerinde. Araba durdu kız: “Geldik.” dedi bağırarak. İndiler arabadan yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler, durdular. Kız, açtı kutuyu ve öptü o atkı kadar kırmızı ağabeyi. Koydu ıslak toprağın üzerine ağabeyi, kartı da yanına koydu, toprak ıslaktı, ağabey üşüdü, üşüdü. Hava karardı.

Kardeş, uyandı sessizce, ışık sardı yine her yanını, ıslak dalgaları kurudu. O çilek kadar kırmızı kıpkırmızı, dalgaları bir o yana bir bu yana savruldu ve o çirkin ve kıllı el bir kez daha geldi ve bir anda kesiverdi kardeşi, tam da ıslak toprağa değen yanından…

Çiçekçiyi çok zor buldum, girdim içeriye ıslak kokuyordu her yan, çiçekler mahzun ve sessizdiler. En sevdiğim çiçeği aldım sana, senin de en seveceğin çiçeği, kırmızı kıpkırmızı, aşk kadar kırmızı bir karanfil…



Ayhan Özer