KARANFİL
Yağmur,
öyle coşkun yağıyor toprağa; “o”na hayat veriyor, kokuyor her yan ıslak toprak
kokuyor. Yerin altı bayramı yaşıyor, bütün kış uyuyan herkes ve her şey yeniden
doğacak diye sessiz naralar atıyor, oldukları yerde duramıyor. Parlak bir ışık
varmış derler, sıcacık sararmış her neysen seni, ayırt etmeden; bir solucan ol
ya da bir filiz, insan ol ya da bir avuç çamur, fark etmezmiş. Bu ışık vurdu mu
üzerine bir kez, sen de güçlenir dimdik dururmuşsun ta ki o batana kadar…
Karanfil
fidelerinden biri topraktan kurtarıp boynunu, nasıl da çıktı toprağın üzerine.
O ışık sardı her yanını, güçlendirdi “o”nu. Hemen ardından kardeşi boynunu
kurtardı toprağın serinliğinden, attı kendini ışığın kucağına, sıcaklığına. Çok
geçmedi her yanı sardı karanfil fideleri. Yemyeşil başları vardı, öyle kocamandı
ki bunlar, içleri öyle doluydu ki adeta patlayacaklardı bir havai fişek gibi,
rengârenk boyayacaklardı ışığı ve her şeyi. Çok sürmedi, ışık karanlığa bıraktı
yerini, artık birbirlerini görmüyorlardı. Çok soğudu hava, kardeş ağabeyine
yasladı boynunu, başını; toprağı düşündü ve daldı uykuya.
Isınıyordu
kardeşin içi, dışı, her yanı. Başı ağrıyordu, içinde, şiddetli bir rüzgâr esiyor
gibiydi, kendini kötü hissetti. Başı
iyice ağırlaştı, çok geçmedi içinde bir şeyler kımıldamaya başladı, rüzgâr daha
da şiddetlendi, korktu, toprağa dönmek istedi. Ama… Ağrıdı her yanı en çok da ve
yine başı. Aniden bir şey oluverdi, yükseliyor gibiydi göğe; başı, sağa sola
salandı hafifçe ve hiç beklemiyordu ama başı paramparça bölünüverdi.
Kendine
geldiğinde ilk görebildiği şey, kardeşin içinden kırmızı dalgalar fırlamış koca
bir deniz gibi görünen ağabeyiydi ve daha dikkatli bakınca bütün karanfillerin,
kocaman ve güzel kokan kırmızı bir okyanus gibi her yanını sardığını da gördü. Ağabeyine
daha dikkatli baktı, kıpkırmızıydı. Tıpkı kan gibi kırmızı; çilek gibi, dudak,
şarap ve en çok da aşk gibi kırmızıydı. Nasıl da salınıyordu dalgaları, bir o
yana bir bu yana.
Az sonra, bir
gölge çöktü üzerlerine, ağabeyin ve kardeşin. Kocaman bir el kavradı kardeşi,
şöyle eğdi büktü, aşağı yukarı ve bıraktı, sonra. Ardından ağabeyine yöneldi bu
kıllı ve korkunç el, çabucak kesiverdi “o”nu, tam da toprağa değen yanından,
kanamadı ağabeyi. Arkasından baka kaldı kardeş, rüzgâr savurdu dalgalarını. Okyanus
küçüldü, küçüldü, küçüldü…
Ağabey ne
olduğunu anlamadan, onlarca benzeriyle bir kutunun içinde buldu kendini, soğudu
hava her şey ve her yer karardı, ıslaktı ve kokuyordu etraf. Kardeşini düşündü
ağladı, kırmızı o kıpkırmızı dalgaları; büzüştüler, büzüştüler ve o ağladı,
ağladı. Uyudu sonra, çaresiz. Uyandığında, neredeyse boynuna kadar suyun
içindeydi, dalgaları; o kırmızı dudaklar kadar, şarap kadar kırmızı dalgaları,
yine kocamandılar. Güzel, ojeli
tırnakları ve parlayan altın yüzüğüyle zarif görünen bir el aldı suyun içinden
“o”nu ama o, korktu ve yine çaresizdi. Sardılar onu süslediler, parfüm
sıktılar, parlattılar ve şeffaf bir kutuda girdi bir adamın ter kokan koltuk
altına, bir de kart vardı üzerinde, “affet beni” yazıyordu.
Zili çaldı
adam. Neredeyse yarı çıplak açtı; makyajı akmış, saçları dağınık, yüzü yara
bere içinde bir kadın kapıyı. Kadın aldı kutuyu ve kapadı kapıyı. Doğruca
balkona gitti, yazıyı da okumadı, kapağı da açmadı, kokusunu da çekmedi içine.
Kırmızı, o aşk kadar kırmızı dalgalarına da bakmadı ağabeyin ve bir kez bile
düşünmeden attı kutuyu aşağıya.
Bir adam
kederli ve yalnız yürürken ve düşünürken, yere bakarken sadece, göğü görmek
istemiyordu zira. Bir kutu gördü yerde; içinde karısının kendisi için ördüğü
atkı kadar kırmızı ve şu anda boynunu saran o atkı kadar kırmızı karanfili
gördü: ağabeyi. Aldı kutuyu, attı poşetine ekmeklerin yanına, yağmur baharda
üşütüyordu insanı ve cümle mahlûkatı… Sessizce yürüdü gitti bir kapının önünde
durdu, açtı kapıyı, o girdi içeriye ve bir kadın, giydi ayakkabılarını, hemen
çıktı dışarıya. Adam mutfağa gitti, ekmekleri çıkardı ve kutuyu aldı eline.
Akşam karanlığı çökmüştü eve. Sessizce odaya geçti, televizyonu açtı ve hemen
kıstı sesini. Başladı sessiz görüntüleri izlemeye. Sonra kutuyu hatırladı baktı
“o”na, o aşk kadar kırmızı dalgalarıyla parlayan ve güzel kokan ağabeye. Kalktı
yerinden, küçük odaya girdi, bir kız ne kadar da güzel uyuyordu yatağında,
tıpkı annesine benziyordu, koydu kutuyu başucuna ve tekrar döndü, sessiz
görüntüleri izlemeye. İçi geçti, başı düştü omzuna.
“Baba” dedi
kız, nasıl da heyecanlıydı. Adam gözlerini açtığında elinde kutuyla minicik
kızını gördü karşısında. “Baba” dedi kız yine “ne güzel bir çiçek bu”. Adam
aldı kızını kucağına ve sardı, öptü onu. Kız: “Burada ne yazıyor?” dedi
babasına ve baba: “Seni çok seviyorum, yazıyor” dedi, usulca. Kız “Ben de seni
çok seviyorum.” dedi. O, atkı kadar kırmızı, kıpkırmızı ağabeyin, içi güldü.
“Baba” dedi küçük kız, “Ben annemi de çok seviyorum, ona götürelim bu çiçeği ve
yazıyı, ne olur.” dedi. Baba, düşündü biraz ve “Peki” dedi. Çok geçmedi bir
taksideydiler, ağabey nasıl heyecanlıydı, baba sessizdi, küçük kız yolu
izliyordu ve duramıyordu yerinde. Araba durdu kız: “Geldik.” dedi bağırarak.
İndiler arabadan yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler, durdular. Kız, açtı kutuyu ve
öptü o atkı kadar kırmızı ağabeyi. Koydu ıslak toprağın üzerine ağabeyi, kartı
da yanına koydu, toprak ıslaktı, ağabey üşüdü, üşüdü. Hava karardı.
Kardeş, uyandı
sessizce, ışık sardı yine her yanını, ıslak dalgaları kurudu. O çilek kadar
kırmızı kıpkırmızı, dalgaları bir o yana bir bu yana savruldu ve o çirkin ve
kıllı el bir kez daha geldi ve bir anda kesiverdi kardeşi, tam da ıslak toprağa
değen yanından…
Çiçekçiyi çok
zor buldum, girdim içeriye ıslak kokuyordu her yan, çiçekler mahzun ve
sessizdiler. En sevdiğim çiçeği aldım sana, senin de en seveceğin çiçeği,
kırmızı kıpkırmızı, aşk kadar kırmızı bir karanfil…
Ayhan
Özer