2 Mart 2015 Pazartesi

KARANFİL






                                                                       
               Yağmur, öyle coşkun yağıyor toprağa; “o”na hayat veriyor, kokuyor her yan ıslak toprak kokuyor. Yerin altı bayramı yaşıyor, bütün kış uyuyan herkes ve her şey yeniden doğacak diye sessiz naralar atıyor, oldukları yerde duramıyor. Parlak bir ışık varmış derler, sıcacık sararmış her neysen seni, ayırt etmeden; bir solucan ol ya da bir filiz, insan ol ya da bir avuç çamur, fark etmezmiş. Bu ışık vurdu mu üzerine bir kez, sen de güçlenir dimdik dururmuşsun ta ki o batana kadar…

               Karanfil fidelerinden biri topraktan kurtarıp boynunu, nasıl da çıktı toprağın üzerine. O ışık sardı her yanını, güçlendirdi “o”nu. Hemen ardından kardeşi boynunu kurtardı toprağın serinliğinden, attı kendini ışığın kucağına, sıcaklığına. Çok geçmedi her yanı sardı karanfil fideleri. Yemyeşil başları vardı, öyle kocamandı ki bunlar, içleri öyle doluydu ki adeta patlayacaklardı bir havai fişek gibi, rengârenk boyayacaklardı ışığı ve her şeyi. Çok sürmedi, ışık karanlığa bıraktı yerini, artık birbirlerini görmüyorlardı. Çok soğudu hava, kardeş ağabeyine yasladı boynunu, başını; toprağı düşündü ve daldı uykuya.

               Isınıyordu kardeşin içi, dışı, her yanı. Başı ağrıyordu, içinde, şiddetli bir rüzgâr esiyor gibiydi, kendini kötü hissetti.  Başı iyice ağırlaştı, çok geçmedi içinde bir şeyler kımıldamaya başladı, rüzgâr daha da şiddetlendi, korktu, toprağa dönmek istedi. Ama… Ağrıdı her yanı en çok da ve yine başı. Aniden bir şey oluverdi, yükseliyor gibiydi göğe; başı, sağa sola salandı hafifçe ve hiç beklemiyordu ama başı paramparça bölünüverdi.

               Kendine geldiğinde ilk görebildiği şey, kardeşin içinden kırmızı dalgalar fırlamış koca bir deniz gibi görünen ağabeyiydi ve daha dikkatli bakınca bütün karanfillerin, kocaman ve güzel kokan kırmızı bir okyanus gibi her yanını sardığını da gördü. Ağabeyine daha dikkatli baktı, kıpkırmızıydı. Tıpkı kan gibi kırmızı; çilek gibi, dudak, şarap ve en çok da aşk gibi kırmızıydı. Nasıl da salınıyordu dalgaları, bir o yana bir bu yana.

Az sonra, bir gölge çöktü üzerlerine, ağabeyin ve kardeşin. Kocaman bir el kavradı kardeşi, şöyle eğdi büktü, aşağı yukarı ve bıraktı, sonra. Ardından ağabeyine yöneldi bu kıllı ve korkunç el, çabucak kesiverdi “o”nu, tam da toprağa değen yanından, kanamadı ağabeyi. Arkasından baka kaldı kardeş, rüzgâr savurdu dalgalarını. Okyanus küçüldü, küçüldü, küçüldü…

Ağabey ne olduğunu anlamadan, onlarca benzeriyle bir kutunun içinde buldu kendini, soğudu hava her şey ve her yer karardı, ıslaktı ve kokuyordu etraf. Kardeşini düşündü ağladı, kırmızı o kıpkırmızı dalgaları; büzüştüler, büzüştüler ve o ağladı, ağladı. Uyudu sonra, çaresiz. Uyandığında, neredeyse boynuna kadar suyun içindeydi, dalgaları; o kırmızı dudaklar kadar, şarap kadar kırmızı dalgaları, yine kocamandılar.  Güzel, ojeli tırnakları ve parlayan altın yüzüğüyle zarif görünen bir el aldı suyun içinden “o”nu ama o, korktu ve yine çaresizdi. Sardılar onu süslediler, parfüm sıktılar, parlattılar ve şeffaf bir kutuda girdi bir adamın ter kokan koltuk altına, bir de kart vardı üzerinde, “affet beni” yazıyordu.

Zili çaldı adam. Neredeyse yarı çıplak açtı; makyajı akmış, saçları dağınık, yüzü yara bere içinde bir kadın kapıyı. Kadın aldı kutuyu ve kapadı kapıyı. Doğruca balkona gitti, yazıyı da okumadı, kapağı da açmadı, kokusunu da çekmedi içine. Kırmızı, o aşk kadar kırmızı dalgalarına da bakmadı ağabeyin ve bir kez bile düşünmeden attı kutuyu aşağıya.

Bir adam kederli ve yalnız yürürken ve düşünürken, yere bakarken sadece, göğü görmek istemiyordu zira. Bir kutu gördü yerde; içinde karısının kendisi için ördüğü atkı kadar kırmızı ve şu anda boynunu saran o atkı kadar kırmızı karanfili gördü: ağabeyi. Aldı kutuyu, attı poşetine ekmeklerin yanına, yağmur baharda üşütüyordu insanı ve cümle mahlûkatı… Sessizce yürüdü gitti bir kapının önünde durdu, açtı kapıyı, o girdi içeriye ve bir kadın, giydi ayakkabılarını, hemen çıktı dışarıya. Adam mutfağa gitti, ekmekleri çıkardı ve kutuyu aldı eline. Akşam karanlığı çökmüştü eve. Sessizce odaya geçti, televizyonu açtı ve hemen kıstı sesini. Başladı sessiz görüntüleri izlemeye. Sonra kutuyu hatırladı baktı “o”na, o aşk kadar kırmızı dalgalarıyla parlayan ve güzel kokan ağabeye. Kalktı yerinden, küçük odaya girdi, bir kız ne kadar da güzel uyuyordu yatağında, tıpkı annesine benziyordu, koydu kutuyu başucuna ve tekrar döndü, sessiz görüntüleri izlemeye. İçi geçti, başı düştü omzuna.

“Baba” dedi kız, nasıl da heyecanlıydı. Adam gözlerini açtığında elinde kutuyla minicik kızını gördü karşısında. “Baba” dedi kız yine “ne güzel bir çiçek bu”. Adam aldı kızını kucağına ve sardı, öptü onu. Kız: “Burada ne yazıyor?” dedi babasına ve baba: “Seni çok seviyorum, yazıyor” dedi, usulca. Kız “Ben de seni çok seviyorum.” dedi. O, atkı kadar kırmızı, kıpkırmızı ağabeyin, içi güldü. “Baba” dedi küçük kız, “Ben annemi de çok seviyorum, ona götürelim bu çiçeği ve yazıyı, ne olur.” dedi. Baba, düşündü biraz ve “Peki” dedi. Çok geçmedi bir taksideydiler, ağabey nasıl heyecanlıydı, baba sessizdi, küçük kız yolu izliyordu ve duramıyordu yerinde. Araba durdu kız: “Geldik.” dedi bağırarak. İndiler arabadan yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler, durdular. Kız, açtı kutuyu ve öptü o atkı kadar kırmızı ağabeyi. Koydu ıslak toprağın üzerine ağabeyi, kartı da yanına koydu, toprak ıslaktı, ağabey üşüdü, üşüdü. Hava karardı.

Kardeş, uyandı sessizce, ışık sardı yine her yanını, ıslak dalgaları kurudu. O çilek kadar kırmızı kıpkırmızı, dalgaları bir o yana bir bu yana savruldu ve o çirkin ve kıllı el bir kez daha geldi ve bir anda kesiverdi kardeşi, tam da ıslak toprağa değen yanından…

Çiçekçiyi çok zor buldum, girdim içeriye ıslak kokuyordu her yan, çiçekler mahzun ve sessizdiler. En sevdiğim çiçeği aldım sana, senin de en seveceğin çiçeği, kırmızı kıpkırmızı, aşk kadar kırmızı bir karanfil…



Ayhan Özer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder