27 Mayıs 2009 Çarşamba

“Bir Ters, Bir Düş”






Aynada görünen ben miyim, yoksa bir başkası mı artık bilemiyorum. Sadece bunla da sınırlı değil bilemediklerim. Bu yaşıma kadar geçen her gün, bilmediklerimin bildiklerimden fazla oluşuyla karşılaşmam bir yana, her geçen gün insan doğasının yeni bir yüzüyle, yüz yüze gelişim asıl alışamadığım. Tam altmış beş yıl bu dünyaya katlanmaya mı, alışmaya mı yoksa sadece olmaya mı çalıştım bilemiyorum. Uzun ve düz bir yol değil yaşam, dolambaçlı da değil. Dedikleri gibi kocaman bir sahne de değil, gün boyu rol kesip aktrisi olduğum, sadece bu işte, yaşadığımız kadarı. Yaşam bir ters bir düş, kısacası.


-Gel içeri, gel nazlanma. Geçerken uğramış da nasılım diye görecekmiş. Sen bunu külahıma anlat. Kim bilir ne diyeceksin yine, onun için geldin, söyleyip sıvışacaksın değil mi?
-Yok, valla Cahide Abla, gerçekten nasılsın diye merak ettim. Günler oldu görüşmeyeli.
-İyiyim işte gördün, nasılım gördün yani. Eee, git haydi öyleyse.
-Neyse abla, bir bardak su içeyim gelmişken madem.
-Demedim mi bakla var ağzında diye, gel, içeri gel.




Serap iyi kızdır, hoş kızdır da bir de şu inatçılığı olmasa. Nazar’dan çok korkar; ama bu nazar başka nazar. Benim tam dokuz yıllık yol arkadaşım, köpeğim Nazar. Bu evi alıp da yerleştiğim ilk yıl, almıştı Oğuz Nazarı, bana arkadaşlık etsin diye. Daha mini mini bir yavruydu Nazar. Ben iyiden iyiye yaşlandım, ev tamamen yıprandı. Nazar büyüdü, hatta o bile yaşlandı.



-Al bakalım suyunu, iç, afiyet olsun.
-Ay abla, pek severim seni bilirsin, hem abla dediğime bakma, annemin arkadaşı, bir sen kaldın yadigâr, bir de Nurten abla. O da gitti buralardan, annem her aklıma düştüğünde seni göresim gelir, bilirsin.



Serap, dedi diyeceklerini ve gitti. Ben kaldım yine benle, geride. Böyle durumlarda, yani yalnızlık iyiden iyiye kemirdiğinde içimi, daha çok düşünmemek için geçmişi, alırım Nazarı. Evin hemen yanındaki park var ya, hani pek bir bakımsız. Benim ev gibi işte, oraya giderim. İyi ki almış Nazar'ı Oğuz. Yoksa hiç çıkmazdım dışarı, ne diye çıkacağım ki. Oğuz dünyaya geleli tam 39, gideli 5 yıl oldu. Dün gibi hatırlıyorum dünyaya gelişini ve şimdiymiş gibi hatırlıyorum gidişini.



Cahide Abla, ne inatçısın böyle. Bana diyorsun da sen benden bin kat inatçısın. Kemal gelecek, doğumdan önce son bir kontrole gideceğiz sözde. İki dakika uğrayayım kapıdan dedim, Kemal’i beklerken. Ay zorla içeri soktun, yine aklıma geldi, dedim işte ben de. Hem, Kemal de durmadan seni ikna edeyim istiyor, "Artık hastaneye yat" diye; ama dinleyen nerde. Bak işte, daha benim evden çıkmamla, sen de çıktın, ay o Nazar da yanında. Ya düşüp bir başına kalakalırsan oralarda kim…



-Aman Kemal, nerde kaldın böyle?
-Bin hadi bin.



Kafam çatlayacak gibi ağrıyor. Bu hastanede tek doktor benim sanki, her şey benim üzerimde. Bir de bebek yapıyoruz, iyi mi?



-Neden konuşmuyorsun Kemal?
-Başım çok ağrıyor Serap, şu işi bir halledelim.



Sanki, dünya altın bir toz bulutuyla kaplanmış da insanlık arınmış bin bir ayıbından. Yemyeşil çayırları yerine koymuşuz da sanki soluduğumuz hava başımızı döndürüyor. Sanki sular gürül gürül akıyor eskisi gibi, tüm hastalıkları tedavi etmişiz belki de. Tek derdimiz, derdimizin olmayışıymış gibi bir de bebek yapıyoruz, iyi mi?



-Doktor olacaksın bir de. Alıverseydin bir ağrı kesici. Hem artık iyice can sıkmaya başladı bu ağrıların, bir muayene olsan.
-Aldım ilaç. Söz, haftaya muayene de olacağım.



Ben bu ağrıların sebebini biliyorum aslında. Hem bunun için doktor olmaya da gerek yok. Bir çuvala taşıyacağından fazla taş koyarsan olacağı budur, ağrı. Her gün bir dolu hayat geçiyor önümden kanserli bedenleriyle. Tek yapabildiğim, çokça yapamayacaklarımızı, çok az da yapacaklarımızı söylemek. Bir de bebek yapıyoruz, iyi mi?



-Sen nasılsın?
-İyiyim şimdi, sabah senin arkandan uyandım. Sırtım işte biliyorsun, az yürüyeyim dedim. Cahide Abla'ya kadar gittim, sen geldiğinde yeni çıkmıştım ben de.



Doktorun dediğine bakılırsa, doğuma bir hafta kaldı. Kemal ne sevinmişti ilk duyduğunda... Günlerce iş bile yaptırmadı bana. Ya şimdi... Sanki üzülüyor oğlumuzun doğacak olmasına.



-Açtın mı konuyu Cahide Abla'ya, yatacak mıymış hastaneye?
- Nuh diyor peygamber demiyor, Kemal.



Dünyaya yeni bir hayat getirecek olmak ve bunu da kendi bedenimle başarmak... Tanrım ne büyük mutluluk! Belki doktor olacak o da babası gibi. Sağlığına kavuşturacak hastaları... Belki öğretmen olacak, bilgi götürecek her yere. Yaşlanınca bana bakacak, su olup önüme akacak.



-Sonra bir de ben konuşayım Cahide Abla'yla. Söyledin mi peki?
-Söyledim Kemal söyledim, oğlumuzun adı Oğuz olacak dedim…

Ayhan Özer

6 Mayıs 2009 Çarşamba

"düşenler"


“Düşenler”, insana dair her şeydir, “değer” verdiğimiz her şey. “Değer” kavramını, kavramın kendi olanaklarıyla sorguladığım resimlerimde, kadın bedenini “değer”in en iletken görsel imgesi olarak betimlemeye çalıştım.


“Değer” kavramının ve değer yüklenen her türden insan üretiminin, -buna “gerçek” kavramı da katılmalıdır- bir nitelik yitimi yaşadığı kanısıyla, ancak insanın varlığıyla var olabilen “değer” ile insan arasındaki bu varlık ilişkisine, dikkat çekmek istiyorum. Ele aldığım kavramın nitelik yitimi sürecinin, sadece “düşme” eylemiyle açıklanabileceğine inanmaktayım. Bu inançla, düşme eylemini, resmimin temel hareket noktası kabul etmekteyim. Bana göre; felsefe, estetik ve değer’in buluştuğu ortak kavram olan “güzel”i açıklamak, bunların diliyle olanaklı değildir. Bu bilim ve inceleme alanları; sanatın güzele ilişkin açıklamalarını, anlamaya çalışırlar ya da sanata açıklaması için bir yol göstericilik üstlenirler.
"Ters düşüm"


Mekânı, olabildiğince mekânsız(!) ele aldığım yüzeylerimde, boşlukta düşen kadınları, boyanın olanaklarıyla yaratırken, renkleri karıştırmadan oluşturduğum; bolca çizgi, doku ve geniş lekelerin yer aldığı kompozisyonları görebilirsiniz.

Boyayı, sadece bir renklendirme malzemesi olarak değil, hacimsel bir öğe olarak da kullandığım yağlıboya ve akrilik resimlerim çoğunlukta. “Üç Güzelleri”, “Dün Bugün ve Yarın” olarak görebilirsiniz resimlerimde; uçağı, düşmeme aracı olarak, bir yanılsama olarak...

Zamansızlık ve mekânsızlık içinde ele aldığım “değer’ kavramını, hakikatin olanaklarıyla görmenin olanaksızlığını, bir paradoks olarak görüyorum ki, sanatın da bu anlamda yaşamdan soyutlanmadan ancak zamandan ve mekândan soyutlanarak yaratılabileceğine inanmaktayım. Sanatçının yaşadığı zamanın değerlerini dışarıdan bir gözle ele alması ve onlara karşı bir duruş belirleyebilmesi, bu türden bir yol ayrımından geçmektedir.


Fallens
“Fallens” are everything about humans, they are all we “value”. In the paintings which I interrogate the the conception of value with its original possibilities, I tried to portray and describe the woman’s body as conductive visual image of “value”.
I estimate the conception of value and eveything which are produced and created by humans lose their quality and characters -we must also mention the conception of “real”- so, I want to draw attentions to the relations between humans and the value which exists with the existance of humans.



"Onlar Düşüyorlar, Ben Düşüyorum, Sen Düşeceksin"


I believe the process of losing quality and character of the concept which I discuss can be explained with the verb of “fall”. With this belief, I accept the basic starting point. I think it is not possible to explain the concept of “beautiful” which is the meeting point of philosophy, value and aesthetic with their points. These domains of science try to understand the explanations of art which are about “beautiful” or they try to guide for the explanation of art.

You can see the women who fall into space and created by the possibilities of the colours and also the compositions which are full of lines, surfaces and spots on my canvas.
The paintins are in a majority in my display in which I did not only used the colours to colorize materials but also used them as dimensional components. You can see “Three Beuties” as “Yesterday, Today and Tomarrow” in my paintings. You can also see an aeroplane as a mental delusion.

I discuss the concept of value with untimely and unspatiality and teh conception of value is not possible to handle with the possiblities of the reality. I think this is a paradox and I believe art must not be abstracted from the real life but must be abstracted from the time and space.
Evaluating and observing the contemporary values of artists age from the outside is only possible with this parting of the way.




“İstanbul Modern’ de Nü Resim Yok”



“Düşenler”




“Eğit Ama Eğilme”

“Tutunamayanlar’a”

“Modern Sanat, Modern Aydın”

“Medyadüş”

“Karalama”

“İ(L)simsiz

“Gün Işımasında Düşecekler”

“Bir Ters, Bir Düş”

“Korkunun Düşmeye Faydası”

“Düşbiyografi 2”


“Düşbiyografi 1”


“Düşbiyografi 3”


“Kutsal Üçleme”

“Princeton’dan Dönenlere Uçak”

“Açık Aydın A. Ş.”

“Köletöryal Bakış”

“Sermece, Düşmece”

“Ben, Siz, Oncamız”

“Ünal Kuş’a Saygı”

“Dans ve Kin”

“Gözden Düşenler”



"Akla Düşenler"

“Üç Düşenler, Bin Düşenler”


“Aydın, Ayar, Aymaz”

“Doğudan, Batıya Düş”


“İkilemleme”

“Yaratıcılama”

“Üç Düşenler”

“Yalınlama”

“Zevküsefaya Düşenler"

“Etiler, Hititler, Düşler”

“Tarih Düşmez”


“Teknokent’e Düşmüş”

“Kukla, Fil ve Üç Güzeller”


“Gelenekten, Geleceğe Düşenler”

5 Mayıs 2009 Salı

Ötesi ve sonrası…


Neredesin gelmedin. Bende gitmedim zaten. Gelmezsin diyordum kendime gelmedin de. Hep haklı çıkmak istemem, çıkmam da zaten ama bu kez haklı çıktım işte. Derin bir nefes çektim içime hayattan, o da zehirledi beni. Hayata bağlandım hiç istemesem de, o, beni istemese de. Bundan çok kısa bir süre önce, yani hayat bu kadar tutkuyu hak etmemişken benden, canımı acıtıyordu. Sildim her şeyi, herkesi, derken bunları yaşadım çok garip. Sözde gelecektin, hesaplaşacaktık, sen, yok bu öle değildi bu böyle oldu aslında deyip tepeme binecektin, asacaktın beni bu iple. Yinede olanlar benim dediğim gibi oldu demeliyim, başka nasıl anlarım yoksa onların olmadığını. Hep dalgaya aldın, hayatı, beni işte, her şeyi.


E yok diyorsun, öle değil, hatırla neler yaptın, son görüşmemizde. Soğuk bir bardak suyu boca ettin yüzüme, neymiş geç olmuş uyanmalıymışım, hem de uyurken, insaf. Ne olduğunu anlayamadım bile. Birazdan gelecekler ve gideceğiz yine, dönüşte anlatırım, devamını biliyorsun aslında, neler olduğunu ama kendi istediğin gibi algılıyorsun olanları. Sesler geliyor, geliyorlar…


Daha yüzlerini görmedim, neye benziyorlar bilmiyorum ama tek bildiğim canımı acıtmayı bildikleri. Tahminim, bugün suya atacaklar beni, önce dibine çökmem için bir ağırlık bağlayacaklar bana ve aşağıda kıvranmamı izleyecekler. Nedense, bunu ilk yaptıklarında fark ettim ki, nefesimi çok uzun süre tutuyorum ya da öyle bir şey işte, belki de bana çok uzun geliyor zaman anlamıyorum.


Yosunlarla kaplı her yer, öyle nemli ki burası ancak onlar sağlıklı yaşayabiliyorlar. Burası yaklaşık iki metre eninde boyunda bir yer, hani uyunması, oturulması için taş bir sedir var oda yosun kaplı. Her yer buz gibi soğuk. En az senin kadar soğuk. Kanlı bir gömlek var üzerimde ve leş gibi inanır mısın?

Ayhan Özer

Dili Ağzından Fırlayacakmış Gibi Sarkan


Dili, ağzından fırlayacakmış gibi sarkan, bacak kasları gergin, damarları çatlayacak kadar şişkin, soluklarındaki çırpınışın yorgunluğundan; burun kanatları birbiri ardına açılıp kapanırken, buharlar çıkaran, sararan gözleri baygın bakan, kalbi bu yükü taşıyacamayak kadar yorgun, ucu bucağı olmayan çimlerde çoşkuyla koşarken, rüzgarın yelelerini okşadığı ve varacağı hedefi bile bilemeden koşan, yalnızca koşan, beyaz bir at gibiyim; seni tanıdığımdan bu yana. Tüm mektuplarımı okumadan tekrar gönderdin, biliyorum okumadın; çünkü açılmamışlar. Ama içindekileri nasıl biliyorsun anlamadım açıkçası. O mektuplarda; yaşadıklarımı, yaşamak istediklerimi, yaşayamadıklarımı senle, işte tüm hayatımı anlattım sana ben, okumadın biliyorum çünkü açılmamışlar.

Bir kez daha okumadım bende onları, hepsi öylece duruyorlar. Şimdi hepsini okuyup, yakacağım ve seni gömeceğim ardından. Bu gömme pekde kolay olmayacak, belli. Ama bir yol buldum şöyle yapacağım; hani ilkellerin cenaze törenleri gibi olacak, çok ağlayacağım ölümüne önce, orası açık, ne bileyim bir yerlerimi keser kanatırım sonra, ya da onlarca gün açlıkla acımı hafifletmeye çalışırım, daha sonrası beynimi uyuşturmaya girişmeliyim, yoksa fazla dayanamam sensizliğe, en iyisi içki içmek. İçkiye bedenim ne süre dayanacak bilemem, sıra, hafif şeyler yiyip, hafif şeyler düşünmeye gelir. Şöyle derim kendime “o ölmedi, kalbinde”, “ama hep kalbindeydi” derim ardından, kesin dayanamam.

İnsan kendine düşman olur mu? Sanırım ben öyleyim. Hafif düşünceler seni hatırlama çalışmalarına bırakır yerini, suretini anmak bir nevi. Hiç çıkmadı henüz, o kısmını çok iyi düşünmedim açıkçası. Neyse, yüzünüde unuttuğumu var sayalım, tanıdıklarla, oofff seni tanıyanlar tabi, yani seni yad ederiz. Ne iyi insandı değilmi der birileri. Ölmüşsün gibi oldu, üzüldüm sanırım. Her neyse, seni gömmeye gelir sıra.

Bir ırmak kenarına gitmeliyim orada bitmeli.

Ayhan Özer

YOL


Yakın ve uzak bir yerlerde başladı bu öykü, ama belki de bitmek üzereydi, kim bilir... Kimilerine uzaktı, kimlerineyse yakındı bu yer. Sonsuzluğun adını tam da bu sırada koydu, upuzun bir yoldu karşısındaki ve onu çağırıyordu. Kare kare bir hayat geçti gözlerinin önünden, yine düşündü, ama artık düşünmeyecekti, yola koyuldu...

Karar vermişti tüm sorularının yanıtını bulacak, bulamaz ise yeni sorular doğuracaktı beyninde. Zor da olsa karar vermiş yola koyulmuştu artık. İlk önce bir değirmen başına götürdü, yol onu. Suyun o coşkun, o deli akıntıları, öyle rutin bir işin işçisi oluyor ve değirmeni döndürüyorlardı ki, toprağın bin bir zorlukla göğerttiği buğdayı öğütüyor, una dönüştürüyorlardı. Beyaza boyuyordu bu mücevher her yanı, beyazdı duvarlar bembeyaz, yerler, elleri... Kocaman bir soru daha doğdu belleğinde, aydınlanması gereken. İşi zorlaşıyordu. Kaçarcasına uzaklaştı oradan, bu iş düşündüğünden daha mı zor olacaktı? Yanıtlarını bilmediği sorulardan sıkılmıştı, acıkmıştı.

Kendini; küçük, küçüklüğünü içine girdiğinde unutturan, uzun bir sahilde boylu boyunca uzanan yıkık bir kasabada buldu. Bu kasabanın insanları da diğerlerinden çok farklı değildi, birbirlerine benzeyen umutsuz, yılgın bakışları ve sevecen gülümsemeleri, tanımaz ifadeleriyle onu süzüyor, anlamsız bir oyunun parçalarıymışçasına davranıyorlardı. Ve gökyüzü, sanki biraz daha kızıl ve çığırtkandı burada. Çok geçmedi bütün kasaba halkı gözden kayboldu bir anda. Gökyüzünün kızıllığı, evlere, ağaçlara ve yollara yansımış, içini acıtmıştı. Şimdi, bu kasaba da yalnızdı, kendi gibi. Denizin dalgaları, sesleniyordu ona belki bu bir davetti. Hemen koştu denizin kokusuna doğru, gökyüzünün kızıllığı tenine yansımıştı, denize de. Belki dedi, belki denizin derinlikleri unutturur, bana bu soruları. Üzerinde ne var ne yok ve ne kadar kırmızı bu deniz umursanmadan, soyundu ve daldı suya... Deniz, düşündüğünden daha hırçın ve isteksizdi, suyu dupduruydu, çok uzakları bile görebiliyordu. Birkaç balık gördü, onların peşine takıldı, kuyruklarından tutunmak, onların peşinden sürüklenmek, dünyalarına konuk olmak istiyordu. Çok uğraştı, balıklar bu arkadaşlığı istemiyorlardı belli, nefessiz kaldı bir an, boğulacaktı, hissetti, kırmızı deniz köpükleri siyaha dönüyordu, içini bir korku sardı...

Gözlerini açtı, ne kadardır oradaydı anlamadı. Kaç saat, gün ya da aydır oradaydı, bilmiyordu. Siyah bir deniz görmemişti daha önce ama şimdi, kıyısındaydı, çıplaktı ve üşüyordu. Zorlukla kalkabildi yerinden, kumda izler bıraktı. Güneş öyle siyahtı ki doğuyor muydu, batıyor muydu anlayamadı. Kendi izlerinden korktu, başka ne izler bıraktım diye düşündü. Başkaları, tarifi olmayan izler bırakmıştı kendinde, ama işte ya kendi, nerede ya da kimde, nasıl yada neyle ve ne yoğunlukta izler bırakmıştı, daha da önemlisi bırakmış mıydı, yokluğunu anlayan birileri var mıydı? Bilmiyordu, şimdi orada yapayalnız ve korumasızdı. Çok geçmedi, güneşin doğuyor olduğunu anladı. Bu nasıl bir doğuştu onu anlamadı, güneş doğuyordu tamam, etraf dayanılmaz bir sıcaklığa ulaşmış, terlemeye başlamıştı tamam, peki niye daha da kararıyordu gökyüzü, deniz ve teni. Serinlemek için denize girdi, ama bu kez çok açılmayacaktı, su dizlerine gelinceye kadar yürüdü, denizin bu ürperten karanlığından korktu, oturdu, soğukluğunu hissetti, onun derinliklerine döndü sırtını, böyle bekleyecekti güneşin batmasını ve gece başlayacaktı yürümeye. Huzurlu bir bekleyiş içindeydi. Düşünmeye karar verdi, bu sorularına yanıt bulacağı en uygun zaman olabilirdi...


Düşüncelerini toparlayamıyor, zihninden geçen hiçbir kelimenin bir öncekiyle bağı olmuyor, garip bir ses, içinde, bilmediği bir dilde, bir şeyler fısıldıyordu. Denizin tuzlu suyundan avuçladı, avuç avuç başından aşağıya döküyordu bunları, sesi susturmak ya da duymamak için çığlıklar atmaya başladı. Kendi sesi, kendine yabancılaşmıştı, çıkardığı sesler sözcük mü yoksa sadece ses miydi bunu bile anlayamıyordu. Denizin tuzu tenini yakıyordu, içinde bir kuşku doğdu, deliriyor muydu, yoksa delirinceye değin korkuyor muydu, bilemedi. Ayağa kalktı, saçından sular süzülüyor içini bir ürperti kaplıyordu. Koşarak uzaklaşmak istedi oradan, bir an önce uzaklaşmalıydı, ama yolunu göremiyordu ne olduysa o anda oldu. Ayağı, kaya mıydı ya da neydi bir şeye takıldı, dirseklerinin ve yüzünün üstüne düştü, ıslak saçları ve teni kuma bulandı, gözleri yandı, gözlerini açmaya çalıştı, sanki şişmişlerdi, açılmıyorlardı...

Kapalı gözleri, onun dışa açılan kapılarıymış meğer diye düşündü. Olanlara anlam veremiyor, iyice karanlığa gömüldüm diye düşünüyordu. Gözlerini açmak için çabasını daha da arttırdı. Gözleri, yerlerinden çıkacaklarmış gibi hissetmeye başlasa da, açmayı başaramadı. Gerçi gözlerimi açsam ne fark edecek, yine karanlık, yine karanlık, siyahlaşan güneşi düşündü. Gözlerimi açsam ve unutsam bu yolculuğa çıktığımı, sorularım yanıtsız kalsa da, dedi kendi kendine. Amansız bir ağrı hissetti ensesinden başlayıp ayak uçlarına doğru inen, sonra anlam veremediği bir sıcaklık ve çarpıntı geldi, ağrının ardından...


Gözlerini açtığı ana kadar, dua etti içinden. Ya! işte bu, rüya gördüklerim, yolculuğun kendisi bir rüya, hepsi bu, rüya. Gözlerimi açayım ve bitsin artık, dedi. Zaman geçti epey, ağrı hafifledi, gözlerinin sızısı dindi. Ve yine zorlukla açabildi gözlerini, ama yine karanlıktı, demek rüya değildi bu gördükleri. Güneş yine aynı karanlık halindeydi, denizin kokusu ve dalgalarının sesi vardı, varlığına işaret, sadece. Burada neyi bekliyorum, bir an önce uzaklaşmalıyım dedi, ama ne yolun varlığının bir belirtisi ne de, nerede olduğunu anlatacak tek bir iz yoktu etrafta. Çok uzaklardan geldiğini sezebildiği bir inleme duydu, nasıl bir canlıya ait olduğunu kestiremiyordu sonra, hangi kaynaktan sızdığını tahmin edemediği bir ışık gördü. Ses korkutuyor ve uzaklaşması için zorluyordu onu ama ışık kendine doğru çekiyordu onu ve bir yola kılavuzluk ediyordu, içinde...


Kaçmak çözüm olmayacaktı biliyordu, bu kaçmalar sonunda buralara kadar getirmemiş miydi sanki onu. Bütün cesaretimi toplayıp, ışığa ve sese doğru gitmeliyim dedi kendi kendine. Gidiyorum dedi, bu gitme, çok daha korkunç gerçeklerle yüzleşmeye zorlasa da beni, bu karanlıktan kurtulmalıyım diye geçirdi aklından. Çıplaklığı geldi aklına, utandı, gerçekte olduğundan çok daha savunmasız hissetti kendini. Yürümeye başladı, ayaklarına bir şeyler batıyor, kanadığını hissediyordu ama durmamalı, yürümeliydi. Ayaklarına batanların ne olduğunu kestiremiyordu, belki bitki parçacıkları belki de çeşitli ve sivri kemiklerdi. Bir süre bu şekilde ışığa ve sese doğru yürümeye çalıştı. Çok hızlı yol alamıyordu ve bir körden farksızdı ama onu ışığa çeken şey, her neydiyse ışığa yaklaştıkça daha da büyüyordu. Sendeledi ve düştü birden, ama kendindeydi, bu kez koruyabilmişti kendini, dizleri üstünde yürümeye karar verdi, elleriyle zemini yoklayacak ve daha güvenli bir yolda yürümeye çalışacaktı...

Daha zemine ilk dokunuşunda, bir kemik geldi eline. Yanılmamıştı etraf kemiklerle doluydu ve şimdi o kemiklerin üzerindeydi, onların sivri yanları batıyordu ayaklarına. Dokunuyor olsa da bunların ne kemikleri olduklarını anlayamıyordu, öyle karanlıktı ki etraf. Uzun kemiklerdi bunlar, ah azıcık bir ışık olsa hemen anlardım ne kemikleri olduklarını bunların diye mırıldandı. Ne yapıp etmeli o ışığa ulaşmalıyım diye düşündü. Birkaç adım sonra bir kafatası geçti eline ve daha dokunur dokunmaz anladı bunun bir insana ait olduğunu, çığlık attı önce ve sonra kendi çığlığının yankılarını duydu. Bu kemikler kimlere ait, burada ve niye bu kadar çoklar, diye geçirdi içinden... Işığa çok yaklaşmıştı. Birazdan ışığın içindeydi artık, açık kapıdan sızıyordu ışık. Bütün cesaretini toplayıp girdi içeriye.

Altın sarısı bir mabetti burası. Etrafta kendilerinden geçmiş bir sürü insan, bilmediği ilkel bir dinin müritleri gibiydiler. Ağlıyor gibi bir iniltiyle sallanıyor, sallandıkça daha da kendilerinden geçiyorlardı. Mabedin tavanı göğe doğru yükseliyor, ve nerede son bulduğu kestirilemiyordu. Duvarlar altın sarısı, camlardan sızan ışıklar altın sarısı, yerler ve kumaşlar, insanların saçları altın sarısıydı. Tam ortada bulunan ve altından yapıldığı anlaşılan sunak da sarıydı. O, tüm insanların arkasında kaldı, çıplaktı. Çok geçmedi, epeyce iri iki adam girdi içeriye, insanların iniltileri ve coşkuları daha da arttı, önlerinde, onlardan daha kısa bir adam vardı, üzerindeki elbise yerlerde sürünüyor; ama ışıltısı ve sarı rengi gözlerini alıyordu. Öndeki bu üç kişinin arkasından bir kalabalık daha girdi içeriye, dört yada beş kişiydi bunlar, bir şey taşıyorlardı. İniltiler, artık, çığlıklara, sallanmalar uyumlu bir ayine dönüştü, olanlara anlam veremiyordu. Taşıdıklarının bir insan olduğunu anlaması çok sürmedi, sarı bir beze sarılmış bedenini kollarından kavramışlar, onu dizlerinin üzerinde sürüklüyorlardı. Sabırla beklemeye karar verdi, olanları sonuna kadar izleyecek ve belki de kendi gerçekleri ile yüzleşecekti.


Yirmili yaşlarında bir erkekti bu getirilen, öyle bitkin görünüyordu ki, karşı koymuyordu olanlara, ağzından, boynuna doğru kan sızdığını gördü, bu kan, sarıldığı sarı beze de bulaşmıştı. Gözlerini görebilmek için ayaklarının üzerinde yükseldi, önündeki kalabalık engel oluyordu görmesine, daha da yükseldi, zorlukla başardı yüzünü iyice görmeyi; ama gözleri kapalıydı. “Dur!” dedi en öndeki kısa olanları, kalabalığın inlemeleri ve sallanmaları bir anda kesildi, yürüyenler durdular. Ağzı kanayan, bu bitkin ve ölü gibi hareketsiz duran adamı sunağın önüne kadar getirmişlerdi zaten. Uzattılar sunağa onu. İniltiler ve sallanmalar daha da şiddetle tekrar başladı. İçini bir korku kapladı, dışarısı karanlıktı belki ama artık daha güvenli geliyordu ona, karanlığa dönemezdi, artık, kapıda kapalıydı. “Ne yapsam!” diye geçirdi içinden. Belli ki bu adamı bir şeylere kurban edecek, ve ölümünü izleyeceklerdi. Kaçıp gitmeli mi, yoksa kalıp mücadele mi etmeliydi bilemedi.

Kısa olanları, getirilen altın sarısı kürsünün üzerine çıktı, şimdi çok daha heybetli görünüyor, korkutucu bir ses tonuyla duaya benzer bir şeyler söylüyordu. Sunağın arkasındaydı ve yüzü kalabalığa dönüktü, üzerindeki elbiseyi beline doğru sıyırdı, göğsünde kocaman bir kolye vardı, dikkatli baktığında bu kolyenin, hilal şeklinde iki kamanın birleşiminden oluştuğunu gördü. Arkasındaki pencereden gelen bu sarı, bu kışkırtıcı ışık kürsüdeki kısa boylu adamı karanlıklar içinden bırakıyor, yüzü seçilemiyor, korkutuculuğu biraz daha artıyordu, dua seslerine kalabalık da eşlik etmeye başladı sonra. Doruk noktası gibi bir andı bu gelinen.


Kısa boylu adam, kolyeyi çıkardı ve böldü, iki elinde iki altın kama vardı artık, kürsüden indi, sunağın basamaklarını tırmandı ve kurbanın alnına koydu elini, kanın şiddeti iyice artmış, ağzının yanında kızıl bir birikinti oluşmuştu. Kendi çıplaklığı ve bundan duyduğu utanç geldi aklına. Kendini en az, o kurban kadar savunmasız hissetti. Bütün bu insanlara, karşı koyamayacağını düşündü, kurtarmaya çalışsa kurbanı, kurban edilme sırası kendine de gelebilirdi, korkaklığından utandı. Kısa boylu adamın sesi kulaklarını dolduruyordu, kurbanın gözlerini açtığı görüldü, kısa boylu adam alnındaki eliyle gözlerini kapattı kurbanın, diğer elinde kama vardı, kamanın ucunu kalbine doğru nişanladı, arkaya doğru iyice gerildi...


Bir çığlık duydu, kulakları kanatırcasına güçlü bir sesti bu, elleriyle kulaklarını kapadı, sanki zaman durmuş, kısa boylu adamın kolu havada asılı kalmıştı. Bir el hissetti omzunda, sonra diğerinde. Korktu, dizleri titredi, bağları çözüldü sanki, başı döndü, her şey bir anda oldu, sarı ışık yerini karanlığa bıraktı...


Üşümek, tek düşündüğü buydu. “Bir insan neden bu denli üşür” dedi bir ses. Hafif bir meltem esintisi okşadı bedenini, sıcaktı bu esinti, üşümesi soğuktan değildi demek, ama tek hissettiği buydu. Ayaklarında bir şeyler yürüyordu, gözlerini açacaktı; ama aynı yerde, o sunağın üzerinde uyanmaktan korktu, erteledi uyanmayı. Duyduğu sesleri dinlemeye başladı sonra, rüzgarın uğultusu en iyi duyduğu şeydi, sonra çok uzaklardan bir su sesi, kuşlar, çimlerin kokusu geldi burnuna. “Açık havada olmalıyım” dedi. Bekleyiş son buldu, açtı gözlerini. Ayaklarındakiler yeşil karıncalardı, karnına, vücudunun her yerine yayılmışlardı. Hızlıca ayağa kalktı, üzerinden silkeledi onları, koştu biraz uzaklaştı oradan. Kurtulmuştu karıncalardan, kovmuştu onları bedeninden, kaşınıyordu şimdi her yanı, amansız bir kaşıntıydı bu. Tırnaklarıyla kanatırcasına tenini kaşıdı, kaşıdı, kaşıdı. Vücudu direncini kaybetmişti, yorgunluğu ve açlığı ve korkmuşluğuylaydı şimdi. Kendine gelebildi zorlukla, her yanı kanamıştı. Kaldırdı başını baktı etrafına, upuzun bir vadinin kenarındaydı; vadi, gökyüzü, ırmak ve kuşlar ve bulutlar, ağaçlar çimler yeşildi, yemyeşil. Ağaçlara koştu, önce yedi yemişlerinden ağaçların ve doyunca karnı ırmağa koştu. Girdi ırmağa hiç düşünmeden, yeşile boyandı teni, kokusuyla doldurdu ciğerlerini bu yeşilliğin. Daldı suya daldı ve çıktı defalarca, yaraları iyi oldu bedeni yeşil...


Yoruldu sonra, yürüdü az önce uzandığı yere doğru. Güneşinde, yeşilliğini fark etti. Az önce uzandığı yere vardı, bir hayvan sürüsü geçmişte, ezmiş bütün çimleri gibi görünüyordu burası. Bu izler çok uzaklardan başlıyor, gözden kayboluyordu ve çok uzaklarda bitiyor, yine gözden kaybolan bir çizgi halini alıyordu. Bu yolu izlemeye karar verdi, sürünün yolundan gidecekti. Çok yürüdü çok; günler, aylar belki yıllarca, bilemedi. Ya da çok az sürdü; ama ona bu kadar uzun geldi, bilmezliğiyle kaldı.


Uzaklarda, ta uzaklarda güneşlenen bir adam gördü. Ona doğru koştu, yalınayaktı, çimlerin üzerinde, uzayan saçları rüzgarla savruluyor, bazen ağzına değiyor, güneşlenen adama yaklaştıkça heyecanlanıyordu. Görebiliyordu artık onu, ama bir kadındı ve güneşlenmiyor uyuyordu. Siyah saçları beline gelecek kadar uzundu, oda çıplaktı kendi gibi, yorgundu, belliydi. Yanına ulaşamadan kadın irkildi ve uyandı, geldiğini anlamıştı. Hemen sıçradı ve kalktı korktuğu belliydi, “Yaklaşma” diye bağırdı. Bu tarafta “ben varım, sen sağdan git” diye ekledi sonra. Bir süre, kadın yolun solunda ve onun uzağında, kendide yolun sağında ve kadının uzağında olacak şekilde, sürünün izini takip ederek yürüdüler hiç konuşmadan. Hava kararıyordu, koyu yeşile dönüyordu, bu uçsuz ve bucaksız vadi.


“Nasılım? ki senin için, beni uzak tutuyorsun kendinden böyle” dedi adam, çaresiz hissederek. Kadın sustu, yine sustu. Yorgunluk dayanılmaz olunca önce kadın oturdu, ardından adam. Uyudular, yalnızlarmış orada gibi, uyudular. Sonra, omzuna birinin dokunduğunu ve onu uyandırmak isteyerek sarstığını fark etti. Karşı koyamadı buna korksa da, açtı gözlerini kadın karşısındaydı hemen önünde, ne kadarda güzeldi, tüm sorular, korkular ve daha neler neler, uçtu gitti belleğinden, şimdi sadece kadının gözleri vardı aklında... “Gel” dedi kadın “böyle otur yanımda”. Ne olmuştu da kadın fikrini değiştirmişti, hiç umursamadı yanına oturdu, hiç konuşmadılar, sarıldı sonra, öptü dudaklarını, saçlarını kokladı, kalp atışlarını hissetti, ellerini sardı, bedeniyle soğuktan korudu onu, “canım” dedi ona, sonra... hiç konuşmadılar, uyku sardı bedenlerini...




Keskin bir duman kokusu genzini yaktı. Gözleri kapalıydı, yine nerede olduğunu bilmeden uyanacaktı bir kez daha, cevabını bilmediği soruları azalacağına, artıyordu. “Bu son durak olsun” dedi, yerleri yokladı elleri ile, tırnaklarıyla kazıdı, sıcaktı, kaygandı, yumuşaktı, araba sesleri duydu, asfaltın üzerinde olmalıydı, mecbur açtı gözlerini, bir araba geliyordu üzerine sendeledi önce, sıçradı kaldırıma, kalbi fırlayacaktı yerinden. Burası bir kentti, gri bir şehir yani, zor bir yaşamın tanıklığı vardı herkeste... Beton binalar griydiler, yollar, gökyüzü, soluduğu havada, insanların elbiseleri de griydi. Başları, gri elbiselerinden fırlamış birer hayvan gibi göründü tüm insanlar. Çıplaklığı geldi aklına, çırılçıplak bir kentin göbeğindeydi, ne utanç. Vitrin aradı gözleri hemen, elbise alacak bedenini örtecekti diğer insanlar gibi. Bir ses “efendim“ dedi “böyle buyurun mağazamıza”. Alış veriş karlı olacak diye düşündü belki de satıcı, o anlam veremedi, aldıklarına karşılık ne verecekti bilemedi. Yine de hemen girdi içeri, maviydi her yan, giysilerde, ayakkabılarda maviydi, duvarlarda ve mobilyalarda. Etrafa bakındı, bağımlı bir tutsak gibi düşledi kendini, kendine. Bereket versin, beğendi bir giysi, giyindi, kurtuldu çıplaklığından. Satıcı “benden bu kadar” dedi, ince, uzun ve kemikli elleriyle mağazanın arkasındaki kapıyı işaret etti, “orada bekliyor” diye ekledi.


Geniş bir kapıydı bu, kendi gibi on kişinin aynı anda, yan yana da olsalar geçebilecekleri kadar geniş bir kapı. Duraksamadı bile geçti kapıdan, bir koridor çıktı karşısına, duvarlar yürüdükçe daralıyordu, epey yürüdü, dizlerinin üstüne çöküp öyle yürüdü bir süre daha, sonra ellerinin üstünde. Çıkışa varmak üzereydi, sıkıştı. Nefesini bıraktı, küçülttü vücudunu olabildiğince. Yalvardı tanrıya geçebilmek için delikten. Birden kaydı aşağı doğru, geçti delikten. Dizlerinin üzerinde çıktı oradan, ayaklarının üzerinde doğruldu, etrafa baktı, her yer beyazdı, bembeyaz. İlerde o değirmeni gördü, koştu değirmene. Beyazdı her yer, gökyüzü, deniz ve elleri.


Ayhan Özer