Yakın ve uzak bir yerlerde başladı bu öykü, ama belki de bitmek üzereydi, kim bilir... Kimilerine uzaktı, kimlerineyse yakındı bu yer. Sonsuzluğun adını tam da bu sırada koydu, upuzun bir yoldu karşısındaki ve onu çağırıyordu. Kare kare bir hayat geçti gözlerinin önünden, yine düşündü, ama artık düşünmeyecekti, yola koyuldu...
Karar vermişti tüm sorularının yanıtını bulacak, bulamaz ise yeni sorular doğuracaktı beyninde. Zor da olsa karar vermiş yola koyulmuştu artık. İlk önce bir değirmen başına götürdü, yol onu. Suyun o coşkun, o deli akıntıları, öyle rutin bir işin işçisi oluyor ve değirmeni döndürüyorlardı ki, toprağın bin bir zorlukla göğerttiği buğdayı öğütüyor, una dönüştürüyorlardı. Beyaza boyuyordu bu mücevher her yanı, beyazdı duvarlar bembeyaz, yerler, elleri... Kocaman bir soru daha doğdu belleğinde, aydınlanması gereken. İşi zorlaşıyordu. Kaçarcasına uzaklaştı oradan, bu iş düşündüğünden daha mı zor olacaktı? Yanıtlarını bilmediği sorulardan sıkılmıştı, acıkmıştı.
Kendini; küçük, küçüklüğünü içine girdiğinde unutturan, uzun bir sahilde boylu boyunca uzanan yıkık bir kasabada buldu. Bu kasabanın insanları da diğerlerinden çok farklı değildi, birbirlerine benzeyen umutsuz, yılgın bakışları ve sevecen gülümsemeleri, tanımaz ifadeleriyle onu süzüyor, anlamsız bir oyunun parçalarıymışçasına davranıyorlardı. Ve gökyüzü, sanki biraz daha kızıl ve çığırtkandı burada. Çok geçmedi bütün kasaba halkı gözden kayboldu bir anda. Gökyüzünün kızıllığı, evlere, ağaçlara ve yollara yansımış, içini acıtmıştı. Şimdi, bu kasaba da yalnızdı, kendi gibi. Denizin dalgaları, sesleniyordu ona belki bu bir davetti. Hemen koştu denizin kokusuna doğru, gökyüzünün kızıllığı tenine yansımıştı, denize de. Belki dedi, belki denizin derinlikleri unutturur, bana bu soruları. Üzerinde ne var ne yok ve ne kadar kırmızı bu deniz umursanmadan, soyundu ve daldı suya... Deniz, düşündüğünden daha hırçın ve isteksizdi, suyu dupduruydu, çok uzakları bile görebiliyordu. Birkaç balık gördü, onların peşine takıldı, kuyruklarından tutunmak, onların peşinden sürüklenmek, dünyalarına konuk olmak istiyordu. Çok uğraştı, balıklar bu arkadaşlığı istemiyorlardı belli, nefessiz kaldı bir an, boğulacaktı, hissetti, kırmızı deniz köpükleri siyaha dönüyordu, içini bir korku sardı...
Gözlerini açtı, ne kadardır oradaydı anlamadı. Kaç saat, gün ya da aydır oradaydı, bilmiyordu. Siyah bir deniz görmemişti daha önce ama şimdi, kıyısındaydı, çıplaktı ve üşüyordu. Zorlukla kalkabildi yerinden, kumda izler bıraktı. Güneş öyle siyahtı ki doğuyor muydu, batıyor muydu anlayamadı. Kendi izlerinden korktu, başka ne izler bıraktım diye düşündü. Başkaları, tarifi olmayan izler bırakmıştı kendinde, ama işte ya kendi, nerede ya da kimde, nasıl yada neyle ve ne yoğunlukta izler bırakmıştı, daha da önemlisi bırakmış mıydı, yokluğunu anlayan birileri var mıydı? Bilmiyordu, şimdi orada yapayalnız ve korumasızdı. Çok geçmedi, güneşin doğuyor olduğunu anladı. Bu nasıl bir doğuştu onu anlamadı, güneş doğuyordu tamam, etraf dayanılmaz bir sıcaklığa ulaşmış, terlemeye başlamıştı tamam, peki niye daha da kararıyordu gökyüzü, deniz ve teni. Serinlemek için denize girdi, ama bu kez çok açılmayacaktı, su dizlerine gelinceye kadar yürüdü, denizin bu ürperten karanlığından korktu, oturdu, soğukluğunu hissetti, onun derinliklerine döndü sırtını, böyle bekleyecekti güneşin batmasını ve gece başlayacaktı yürümeye. Huzurlu bir bekleyiş içindeydi. Düşünmeye karar verdi, bu sorularına yanıt bulacağı en uygun zaman olabilirdi...
Düşüncelerini toparlayamıyor, zihninden geçen hiçbir kelimenin bir öncekiyle bağı olmuyor, garip bir ses, içinde, bilmediği bir dilde, bir şeyler fısıldıyordu. Denizin tuzlu suyundan avuçladı, avuç avuç başından aşağıya döküyordu bunları, sesi susturmak ya da duymamak için çığlıklar atmaya başladı. Kendi sesi, kendine yabancılaşmıştı, çıkardığı sesler sözcük mü yoksa sadece ses miydi bunu bile anlayamıyordu. Denizin tuzu tenini yakıyordu, içinde bir kuşku doğdu, deliriyor muydu, yoksa delirinceye değin korkuyor muydu, bilemedi. Ayağa kalktı, saçından sular süzülüyor içini bir ürperti kaplıyordu. Koşarak uzaklaşmak istedi oradan, bir an önce uzaklaşmalıydı, ama yolunu göremiyordu ne olduysa o anda oldu. Ayağı, kaya mıydı ya da neydi bir şeye takıldı, dirseklerinin ve yüzünün üstüne düştü, ıslak saçları ve teni kuma bulandı, gözleri yandı, gözlerini açmaya çalıştı, sanki şişmişlerdi, açılmıyorlardı...
Kapalı gözleri, onun dışa açılan kapılarıymış meğer diye düşündü. Olanlara anlam veremiyor, iyice karanlığa gömüldüm diye düşünüyordu. Gözlerini açmak için çabasını daha da arttırdı. Gözleri, yerlerinden çıkacaklarmış gibi hissetmeye başlasa da, açmayı başaramadı. Gerçi gözlerimi açsam ne fark edecek, yine karanlık, yine karanlık, siyahlaşan güneşi düşündü. Gözlerimi açsam ve unutsam bu yolculuğa çıktığımı, sorularım yanıtsız kalsa da, dedi kendi kendine. Amansız bir ağrı hissetti ensesinden başlayıp ayak uçlarına doğru inen, sonra anlam veremediği bir sıcaklık ve çarpıntı geldi, ağrının ardından...
Gözlerini açtığı ana kadar, dua etti içinden. Ya! işte bu, rüya gördüklerim, yolculuğun kendisi bir rüya, hepsi bu, rüya. Gözlerimi açayım ve bitsin artık, dedi. Zaman geçti epey, ağrı hafifledi, gözlerinin sızısı dindi. Ve yine zorlukla açabildi gözlerini, ama yine karanlıktı, demek rüya değildi bu gördükleri. Güneş yine aynı karanlık halindeydi, denizin kokusu ve dalgalarının sesi vardı, varlığına işaret, sadece. Burada neyi bekliyorum, bir an önce uzaklaşmalıyım dedi, ama ne yolun varlığının bir belirtisi ne de, nerede olduğunu anlatacak tek bir iz yoktu etrafta. Çok uzaklardan geldiğini sezebildiği bir inleme duydu, nasıl bir canlıya ait olduğunu kestiremiyordu sonra, hangi kaynaktan sızdığını tahmin edemediği bir ışık gördü. Ses korkutuyor ve uzaklaşması için zorluyordu onu ama ışık kendine doğru çekiyordu onu ve bir yola kılavuzluk ediyordu, içinde...
Kaçmak çözüm olmayacaktı biliyordu, bu kaçmalar sonunda buralara kadar getirmemiş miydi sanki onu. Bütün cesaretimi toplayıp, ışığa ve sese doğru gitmeliyim dedi kendi kendine. Gidiyorum dedi, bu gitme, çok daha korkunç gerçeklerle yüzleşmeye zorlasa da beni, bu karanlıktan kurtulmalıyım diye geçirdi aklından. Çıplaklığı geldi aklına, utandı, gerçekte olduğundan çok daha savunmasız hissetti kendini. Yürümeye başladı, ayaklarına bir şeyler batıyor, kanadığını hissediyordu ama durmamalı, yürümeliydi. Ayaklarına batanların ne olduğunu kestiremiyordu, belki bitki parçacıkları belki de çeşitli ve sivri kemiklerdi. Bir süre bu şekilde ışığa ve sese doğru yürümeye çalıştı. Çok hızlı yol alamıyordu ve bir körden farksızdı ama onu ışığa çeken şey, her neydiyse ışığa yaklaştıkça daha da büyüyordu. Sendeledi ve düştü birden, ama kendindeydi, bu kez koruyabilmişti kendini, dizleri üstünde yürümeye karar verdi, elleriyle zemini yoklayacak ve daha güvenli bir yolda yürümeye çalışacaktı...
Daha zemine ilk dokunuşunda, bir kemik geldi eline. Yanılmamıştı etraf kemiklerle doluydu ve şimdi o kemiklerin üzerindeydi, onların sivri yanları batıyordu ayaklarına. Dokunuyor olsa da bunların ne kemikleri olduklarını anlayamıyordu, öyle karanlıktı ki etraf. Uzun kemiklerdi bunlar, ah azıcık bir ışık olsa hemen anlardım ne kemikleri olduklarını bunların diye mırıldandı. Ne yapıp etmeli o ışığa ulaşmalıyım diye düşündü. Birkaç adım sonra bir kafatası geçti eline ve daha dokunur dokunmaz anladı bunun bir insana ait olduğunu, çığlık attı önce ve sonra kendi çığlığının yankılarını duydu. Bu kemikler kimlere ait, burada ve niye bu kadar çoklar, diye geçirdi içinden... Işığa çok yaklaşmıştı. Birazdan ışığın içindeydi artık, açık kapıdan sızıyordu ışık. Bütün cesaretini toplayıp girdi içeriye.
Altın sarısı bir mabetti burası. Etrafta kendilerinden geçmiş bir sürü insan, bilmediği ilkel bir dinin müritleri gibiydiler. Ağlıyor gibi bir iniltiyle sallanıyor, sallandıkça daha da kendilerinden geçiyorlardı. Mabedin tavanı göğe doğru yükseliyor, ve nerede son bulduğu kestirilemiyordu. Duvarlar altın sarısı, camlardan sızan ışıklar altın sarısı, yerler ve kumaşlar, insanların saçları altın sarısıydı. Tam ortada bulunan ve altından yapıldığı anlaşılan sunak da sarıydı. O, tüm insanların arkasında kaldı, çıplaktı. Çok geçmedi, epeyce iri iki adam girdi içeriye, insanların iniltileri ve coşkuları daha da arttı, önlerinde, onlardan daha kısa bir adam vardı, üzerindeki elbise yerlerde sürünüyor; ama ışıltısı ve sarı rengi gözlerini alıyordu. Öndeki bu üç kişinin arkasından bir kalabalık daha girdi içeriye, dört yada beş kişiydi bunlar, bir şey taşıyorlardı. İniltiler, artık, çığlıklara, sallanmalar uyumlu bir ayine dönüştü, olanlara anlam veremiyordu. Taşıdıklarının bir insan olduğunu anlaması çok sürmedi, sarı bir beze sarılmış bedenini kollarından kavramışlar, onu dizlerinin üzerinde sürüklüyorlardı. Sabırla beklemeye karar verdi, olanları sonuna kadar izleyecek ve belki de kendi gerçekleri ile yüzleşecekti.
Yirmili yaşlarında bir erkekti bu getirilen, öyle bitkin görünüyordu ki, karşı koymuyordu olanlara, ağzından, boynuna doğru kan sızdığını gördü, bu kan, sarıldığı sarı beze de bulaşmıştı. Gözlerini görebilmek için ayaklarının üzerinde yükseldi, önündeki kalabalık engel oluyordu görmesine, daha da yükseldi, zorlukla başardı yüzünü iyice görmeyi; ama gözleri kapalıydı. “Dur!” dedi en öndeki kısa olanları, kalabalığın inlemeleri ve sallanmaları bir anda kesildi, yürüyenler durdular. Ağzı kanayan, bu bitkin ve ölü gibi hareketsiz duran adamı sunağın önüne kadar getirmişlerdi zaten. Uzattılar sunağa onu. İniltiler ve sallanmalar daha da şiddetle tekrar başladı. İçini bir korku kapladı, dışarısı karanlıktı belki ama artık daha güvenli geliyordu ona, karanlığa dönemezdi, artık, kapıda kapalıydı. “Ne yapsam!” diye geçirdi içinden. Belli ki bu adamı bir şeylere kurban edecek, ve ölümünü izleyeceklerdi. Kaçıp gitmeli mi, yoksa kalıp mücadele mi etmeliydi bilemedi.
Kısa olanları, getirilen altın sarısı kürsünün üzerine çıktı, şimdi çok daha heybetli görünüyor, korkutucu bir ses tonuyla duaya benzer bir şeyler söylüyordu. Sunağın arkasındaydı ve yüzü kalabalığa dönüktü, üzerindeki elbiseyi beline doğru sıyırdı, göğsünde kocaman bir kolye vardı, dikkatli baktığında bu kolyenin, hilal şeklinde iki kamanın birleşiminden oluştuğunu gördü. Arkasındaki pencereden gelen bu sarı, bu kışkırtıcı ışık kürsüdeki kısa boylu adamı karanlıklar içinden bırakıyor, yüzü seçilemiyor, korkutuculuğu biraz daha artıyordu, dua seslerine kalabalık da eşlik etmeye başladı sonra. Doruk noktası gibi bir andı bu gelinen.
Kısa boylu adam, kolyeyi çıkardı ve böldü, iki elinde iki altın kama vardı artık, kürsüden indi, sunağın basamaklarını tırmandı ve kurbanın alnına koydu elini, kanın şiddeti iyice artmış, ağzının yanında kızıl bir birikinti oluşmuştu. Kendi çıplaklığı ve bundan duyduğu utanç geldi aklına. Kendini en az, o kurban kadar savunmasız hissetti. Bütün bu insanlara, karşı koyamayacağını düşündü, kurtarmaya çalışsa kurbanı, kurban edilme sırası kendine de gelebilirdi, korkaklığından utandı. Kısa boylu adamın sesi kulaklarını dolduruyordu, kurbanın gözlerini açtığı görüldü, kısa boylu adam alnındaki eliyle gözlerini kapattı kurbanın, diğer elinde kama vardı, kamanın ucunu kalbine doğru nişanladı, arkaya doğru iyice gerildi...
Bir çığlık duydu, kulakları kanatırcasına güçlü bir sesti bu, elleriyle kulaklarını kapadı, sanki zaman durmuş, kısa boylu adamın kolu havada asılı kalmıştı. Bir el hissetti omzunda, sonra diğerinde. Korktu, dizleri titredi, bağları çözüldü sanki, başı döndü, her şey bir anda oldu, sarı ışık yerini karanlığa bıraktı...
Üşümek, tek düşündüğü buydu. “Bir insan neden bu denli üşür” dedi bir ses. Hafif bir meltem esintisi okşadı bedenini, sıcaktı bu esinti, üşümesi soğuktan değildi demek, ama tek hissettiği buydu. Ayaklarında bir şeyler yürüyordu, gözlerini açacaktı; ama aynı yerde, o sunağın üzerinde uyanmaktan korktu, erteledi uyanmayı. Duyduğu sesleri dinlemeye başladı sonra, rüzgarın uğultusu en iyi duyduğu şeydi, sonra çok uzaklardan bir su sesi, kuşlar, çimlerin kokusu geldi burnuna. “Açık havada olmalıyım” dedi. Bekleyiş son buldu, açtı gözlerini. Ayaklarındakiler yeşil karıncalardı, karnına, vücudunun her yerine yayılmışlardı. Hızlıca ayağa kalktı, üzerinden silkeledi onları, koştu biraz uzaklaştı oradan. Kurtulmuştu karıncalardan, kovmuştu onları bedeninden, kaşınıyordu şimdi her yanı, amansız bir kaşıntıydı bu. Tırnaklarıyla kanatırcasına tenini kaşıdı, kaşıdı, kaşıdı. Vücudu direncini kaybetmişti, yorgunluğu ve açlığı ve korkmuşluğuylaydı şimdi. Kendine gelebildi zorlukla, her yanı kanamıştı. Kaldırdı başını baktı etrafına, upuzun bir vadinin kenarındaydı; vadi, gökyüzü, ırmak ve kuşlar ve bulutlar, ağaçlar çimler yeşildi, yemyeşil. Ağaçlara koştu, önce yedi yemişlerinden ağaçların ve doyunca karnı ırmağa koştu. Girdi ırmağa hiç düşünmeden, yeşile boyandı teni, kokusuyla doldurdu ciğerlerini bu yeşilliğin. Daldı suya daldı ve çıktı defalarca, yaraları iyi oldu bedeni yeşil...
Yoruldu sonra, yürüdü az önce uzandığı yere doğru. Güneşinde, yeşilliğini fark etti. Az önce uzandığı yere vardı, bir hayvan sürüsü geçmişte, ezmiş bütün çimleri gibi görünüyordu burası. Bu izler çok uzaklardan başlıyor, gözden kayboluyordu ve çok uzaklarda bitiyor, yine gözden kaybolan bir çizgi halini alıyordu. Bu yolu izlemeye karar verdi, sürünün yolundan gidecekti. Çok yürüdü çok; günler, aylar belki yıllarca, bilemedi. Ya da çok az sürdü; ama ona bu kadar uzun geldi, bilmezliğiyle kaldı.
Uzaklarda, ta uzaklarda güneşlenen bir adam gördü. Ona doğru koştu, yalınayaktı, çimlerin üzerinde, uzayan saçları rüzgarla savruluyor, bazen ağzına değiyor, güneşlenen adama yaklaştıkça heyecanlanıyordu. Görebiliyordu artık onu, ama bir kadındı ve güneşlenmiyor uyuyordu. Siyah saçları beline gelecek kadar uzundu, oda çıplaktı kendi gibi, yorgundu, belliydi. Yanına ulaşamadan kadın irkildi ve uyandı, geldiğini anlamıştı. Hemen sıçradı ve kalktı korktuğu belliydi, “Yaklaşma” diye bağırdı. Bu tarafta “ben varım, sen sağdan git” diye ekledi sonra. Bir süre, kadın yolun solunda ve onun uzağında, kendide yolun sağında ve kadının uzağında olacak şekilde, sürünün izini takip ederek yürüdüler hiç konuşmadan. Hava kararıyordu, koyu yeşile dönüyordu, bu uçsuz ve bucaksız vadi.
“Nasılım? ki senin için, beni uzak tutuyorsun kendinden böyle” dedi adam, çaresiz hissederek. Kadın sustu, yine sustu. Yorgunluk dayanılmaz olunca önce kadın oturdu, ardından adam. Uyudular, yalnızlarmış orada gibi, uyudular. Sonra, omzuna birinin dokunduğunu ve onu uyandırmak isteyerek sarstığını fark etti. Karşı koyamadı buna korksa da, açtı gözlerini kadın karşısındaydı hemen önünde, ne kadarda güzeldi, tüm sorular, korkular ve daha neler neler, uçtu gitti belleğinden, şimdi sadece kadının gözleri vardı aklında... “Gel” dedi kadın “böyle otur yanımda”. Ne olmuştu da kadın fikrini değiştirmişti, hiç umursamadı yanına oturdu, hiç konuşmadılar, sarıldı sonra, öptü dudaklarını, saçlarını kokladı, kalp atışlarını hissetti, ellerini sardı, bedeniyle soğuktan korudu onu, “canım” dedi ona, sonra... hiç konuşmadılar, uyku sardı bedenlerini...
Keskin bir duman kokusu genzini yaktı. Gözleri kapalıydı, yine nerede olduğunu bilmeden uyanacaktı bir kez daha, cevabını bilmediği soruları azalacağına, artıyordu. “Bu son durak olsun” dedi, yerleri yokladı elleri ile, tırnaklarıyla kazıdı, sıcaktı, kaygandı, yumuşaktı, araba sesleri duydu, asfaltın üzerinde olmalıydı, mecbur açtı gözlerini, bir araba geliyordu üzerine sendeledi önce, sıçradı kaldırıma, kalbi fırlayacaktı yerinden. Burası bir kentti, gri bir şehir yani, zor bir yaşamın tanıklığı vardı herkeste... Beton binalar griydiler, yollar, gökyüzü, soluduğu havada, insanların elbiseleri de griydi. Başları, gri elbiselerinden fırlamış birer hayvan gibi göründü tüm insanlar. Çıplaklığı geldi aklına, çırılçıplak bir kentin göbeğindeydi, ne utanç. Vitrin aradı gözleri hemen, elbise alacak bedenini örtecekti diğer insanlar gibi. Bir ses “efendim“ dedi “böyle buyurun mağazamıza”. Alış veriş karlı olacak diye düşündü belki de satıcı, o anlam veremedi, aldıklarına karşılık ne verecekti bilemedi. Yine de hemen girdi içeri, maviydi her yan, giysilerde, ayakkabılarda maviydi, duvarlarda ve mobilyalarda. Etrafa bakındı, bağımlı bir tutsak gibi düşledi kendini, kendine. Bereket versin, beğendi bir giysi, giyindi, kurtuldu çıplaklığından. Satıcı “benden bu kadar” dedi, ince, uzun ve kemikli elleriyle mağazanın arkasındaki kapıyı işaret etti, “orada bekliyor” diye ekledi.
Geniş bir kapıydı bu, kendi gibi on kişinin aynı anda, yan yana da olsalar geçebilecekleri kadar geniş bir kapı. Duraksamadı bile geçti kapıdan, bir koridor çıktı karşısına, duvarlar yürüdükçe daralıyordu, epey yürüdü, dizlerinin üstüne çöküp öyle yürüdü bir süre daha, sonra ellerinin üstünde. Çıkışa varmak üzereydi, sıkıştı. Nefesini bıraktı, küçülttü vücudunu olabildiğince. Yalvardı tanrıya geçebilmek için delikten. Birden kaydı aşağı doğru, geçti delikten. Dizlerinin üzerinde çıktı oradan, ayaklarının üzerinde doğruldu, etrafa baktı, her yer beyazdı, bembeyaz. İlerde o değirmeni gördü, koştu değirmene. Beyazdı her yer, gökyüzü, deniz ve elleri.
Ayhan Özer